Ömür dediğin 2 günlük bir lakırdı
sadece. 2 Ocakta başlar 1 Şubatta biter. Araya sadece cilt cilt
Saatli Maarif Takvimi sıkışır o kadar... İşte sırf o yüzden
1998'in sonunu 1999'un başını anlatmak istiyorum. Kalsın bir
kenarda. Şu hayatta 5-6 kişiye anlattım , başkaları da bilsin
istedim şimdi.
Peki ya neden başkaları da bilsin istedim ? Murat Meriç'ten kaynaklı... Öncelikle şu linke bakın ---- Sonrasında da yazıyı okumaya devam edin.
Peki ya neden başkaları da bilsin istedim ? Murat Meriç'ten kaynaklı... Öncelikle şu linke bakın ---- Sonrasında da yazıyı okumaya devam edin.
Murat Meriç'i ilk gördüğümde yıllardan 2000 küsur idi ve Alper Fidaner ile birlikte bir televizyon programı yapıyordu. Yazılarını gördükçe medyadan takip etmeye başladım , sonrasında sosyal medya başladı. Oradan da takip ettim. Bir gün bu sayfada Barış Manço ile alakalı ufak bir yazı yazmıştım. Onu paylaştı. Sonrasında Ankara'da çaldığı mekanda yollarımız kesişti. Çaldıkları hakkında insanların verdiği olumlu ve olumsuz bütün tepkileri twitter'dan paylaşıyordu o gece. Bir Barış Manço şarkısı çaldığında ben twitterdan bir yorum yaptım. Sonra bir Barış Manço şarkısı daha çaldı. Üstelik cevap da verdi. “Bu şarkı sana” dedi. O şarkının adı Kara Sevda idi.
İlkokuldan aklıma en çok kazınmış iki şarkıdan biriydi Kara Sevda. Diğeri ise Michael Jackson'dan Bad .
İnsan çabuk mutlu olabilen bir varlıktı. O gece tekrar anlamıştım bunu.
Uzun lafın kısası... Murat Meriç öyle içten bir anma yazısı yazmış ki benim de içimde sakladığım bazı şeyleri dökmemin zamana gelmiş anlaşılan...
1998 sonuna az sonra geleceğim. Öncelikle tek başıma gittiğim ilk konseri anlatayım kısaca. Mayıs 1993'te Yüzüncü Yıl Spor Salonu'ndaki Barış Manço konserine tek başıma gitmiştim. 13 yaşındaydım. Sahne pota altındaydı. Ben de öbür potanın altında. Konser sonunda sahanın içine girip rahmetli Bahadır Akkuzu ile tanışmıştım. O da beni diğer Kurtalan Ekspres üyeleri ile tanıştırmıştı. Günün yıldızı elbette ki odasındaydı. Salondan çıkıp arka tarafa dolanıp Barış Manço'nun çıkmasını bekleyen 4-5 kişi vardık ve ben çok şanslıydım ilkokul arkadaşım Erdem ile orada karşılaşmıştım.
Turuncu bir Toros yanaştı kapıya . Barış Manço kapıdan çıktı arabaya bindi. Araba acilen hareketlendi. Söz konusu 4-5 kişi koşmaya başladı. Herkes kesildi , ben yola devam ettim. Stadın kapısına kadar koştum. İki büfenin arasındaki ufak yokuşta araba dönüş yapmak için durdu , onu yakaladım. El salladım , Barış Manço da bana el salladı. Turuncu Toros'un yaşlı motoru teklemek istemedi , tekleseydi belki iki kelime konuşabilirdik. Olmadı... Ben yine de Avrupa Kupası kazanmış Türk takımı kadar sevindim. O günlerde de bugünlerde olduğu gibi Avrupa'da kupa kazanmak inanılmaz bir şey. Nasıl olduysa araya bir kupa sıkışmış o kadar. Neyse konumuz Türk Futbolu değil. Ona ayrıca vakit harcar , havuz problemini de çözeriz yaş problemini de .
Avrupa Kupası kazanmış olan ben gururla ve muhtemelen uçarak otobüs durağına kadar gittim. Gelen ilk otobüse bindim. Sema Otel'in otoparkında malum turuncu Toros'u gördüm. Oteli basma fikrinin saygısızlık olacağını düşündüm ve kendi durağıma kadar gittim. Evdeyken halen otele gitme fikri vardı ama dinlenmesinin daha makul olacağını düşündüğümden gitmedim otele.
Turuncu Toros (Temsili) |
Derken yıllar geçti. 1998 sonuna geldik hep birlikte.
“Çet” dönemi ile üniversiteye hazırlık dönemi aynı zamana denk geldi benim hayatımda. Üniversiteye evde de hazırlanır , üstelik dershaneye de gidiyordum. Ders ile bağım olmadığı zamanlarda adı “İnternet Kafe” olan internet cafeye gidiyordum. Önceleri “ingilizcemi geliştireceğim” kisvesi altında bir sürü Filipinli ve Malezyalı'nın İngilizcesini geliştirmiştim. Sonra biri “Abi Türkçe sayfalara gelsene yahu” dedi . Ki onun ne demek istediğini siz çok iyi anlamışsınızdır. Ben de anladım. Saçma buldum ama bedavaya İngilizce dersi vermek sıkıcı gelmeye başladığı için “tamam , tarif et , nereler var” dedim. Tarifi dinledim ve böylece Türk Dili Ve Çetine Giriş sınıfına dahil oldum. Bu sınıfta bir farklılık vardı. Sınıf Mühendislik Fakültesi sınıfı gibiydi. Konuşulan her kişi erkek olduğunu öğrendiğinde “yav he he” diyerek kaçıyordu. Bırakın Mühendislik Fakültesini , er gazinosu muhabbeti bile dönüyordu. Tabi o dönem bu tanımlamaları yapacak bilgi elbette yoktu bende. İnternet cafeye giderek kendimi yaşadığım kentin çok uzaklarında bulduğum için çoğu zaman sıkılsam da devam ettim. Kimi kendisini deniz kenarında bir çay içerken hayal eder , ben de kablolar arasında dolaşıp istediğim yere gitmiş gibi hayal ediyordum sanırım...
Derken...
O mekanı bilenler için özel olarak anlatıyorum. Mekana girdin , sol tarafta ana bilgisayar ve kasa var. Sağlı sollu bilgisayarları takip et , merdivene ulaştın , yukarı çık. Çıktın mı ? Sağda çay ocağı kılıklı yeri göreceksin , sola dön. Duvar ile trabzan arasında kalmış bilgisayara geç otur. Oturma... Ben varım işte orada...
İşte günlerden bir gün o masada oturuyorum... Garip “nickli” biri selam verdi. Selam dediğim aslında “Naper” idi. Konuşmaya başladık. O gün oraya yazılanları görseydiniz emin olun asla konuşulanları anlamazdınız. Dünyanın başka bir noktasındaki bir uzaylı ile şifreli konuşuyordum ve bu gizli dili sadece ikimiz biliyorduk adeta. 25 dakika kadar yazışma sürdü. Bu süre boyunca ne nereli olduğumuz konuşuldu ne de başka bir şey. Dedim ya şifreli konuşma sanırdınız diye. Kısaca anlatmak gerekirse “geyiğin dibini boylamıştık”. Konuşmanın sonundaki “gitmem lazım , yarın yine görüşekim” kısmı bütün konuşmanın en ciddi anıydı. “Tamam , görüşürüz.”
Hani o midede oluşan malum kelebeklenme var ya.. O gün benim mideme de uğradılar...
Üstelik o garip isimli garip kişinin bir kız olup olmadığını bile bilmiyordum. Emindim... Ve fakat sormamıştık birbirimize. Ama ben beynim başta olmak üzere bütün organlarımdan vurulmuştum. Beynimdeki Eros'un okunu çıkartıp düşünmeye başladım. Salak olduğumu tekrar yüzüme vurdum. Daha hakkında bir şey bile bilmediğim birine nasıl vurulurdum ? Çok saçmaydı. Ergendim evet , bunun farkındaydım. Ama yok lan bu başka bir şey dedi kalbim. Kapatın konuyu dedi sigarasından bir fırt çekerken. Kalp öyle ciddiydi ki beynim “peki abi” dedi , elindeki oku ne yapacağını bilemedi , arandı-tarandı en sonunda Eros'a teslim etti.
O gece bitmedi... Çok saçma bir şekilde bitmedi. Yüzüme sokak lambasından gelen ışık vuruyordu , ben başımın üstünde kolum , yüzümde muhtemelen salakça bir gülümsemeyle uyumuyordum. Uyuyamıyordum.
Test kitaplarını aldım , dershaneye fiziken gittim. Ders bitince ne yapacağımı siz de biliyorsunuz zaten. Bilgisayar başındaydım. Pencerenin önünde bekleyen delikanlı gibi bekliyordum ben de programın penceresinin önünde. Çıktı pencereden. Bambaşka bir isim ile geldi. Ama ben onu tanıdım. Bu sefer 1 saate yakın lafladık. Lafladık diyorum çünkü yine aynı şekilde sadece ikimizin anlayacağı bir lisan vardı aramızda.
Aklıma gelseydi o zamanlar sırf sokak lambasının ışığı yüzüme daha düzgün düşsün diye uğraşabilirdim. Çünkü uyumuyordum , ancak ancak sızıyordum. Dersler ... O konuya hiç girmeyelim.
Beşinci gün...
Telefonda konuşalım mı dedim ? O dönem cep telefonu yok. Kişisel değil telefon . O yüzden büyük bir olay...
“Olur , seni arayayım” dedi. Ev telefonumuzun numarasını verdim. Tam saat söyledi. 18.45... Tam o vakitte evde olacağımı söyledim. Bunun üstüne biraz daha konuştuk. Artık gidecekti o. Elim titrerken “adın ne peki?” diye yazdım.
“Aaa , isimlerimizi bilmiyoruz biz” dedi ve ismini yazdı. Avrupa Kupası kaldırmış Türk takımının kaptanıydım o an. Gururluydum , sevinçliydim , oydum , buydum... Sevinç gösterilerime ara verip ben de kendi ismimi yazdım. “Tamam , 18.45'te görüşürüz” yazdı ve gitti.
18'de evdeydim. Hayatımın en uzun 45 dakikalık dilimi karşıma geçmiş pis pis sırıtıyordu. Ecnebi dizilerinden özenip odaya çektirdiğimiz paralel telefon ilk defa işe yarayacaktı. Koyu yeşil , çevirmeli bir telefondu. 18.45'i 2 geçe telefon çalma eğilimi gösterdi. Çalmadı bile , açtım... Gerisi uzunca bir telefon görüşmesi. “Yemeğe çağırıyorlar , gitmeliyim”e kadar geçen 20-25 dakika.
Uyamak artık zor olsa da güzeldi. Uyumak uyanmayı getiriyordu. Uyanmak günü getiriyordu. Gün ise internet cafeye gidebilmemi sağlıyordu. Hem internetten hem de telefondan konuşuyorduk. Yetmedi... Birbirimize mektup yazmaya başladık. Sayfalarca. Kalın kalın zarflar gelip gidiyordu aramızda.
Sanal ile gerçek arasında giden bir aşk yaşıyorduk.
Fiziki özelliklerimiz hakkında konuşmamak için birbirimize söz vermiştik o olayın “adını” koyduğumuz gün. Ben bir gece rüyamda onu gördüm. Sarı kıvır kıvır saçları vardı , gözleri renkliydi. Gördüğüm kişinin o olduğuna emindim çünkü gördüğüm kişinin dublajını o yapıyordu. Bir-iki gün sabredebildim , sonrasında anlattım rüyamı. Tamam dedi. Birbirimize 1 adet fotoğraf gönderelim ama çocukluğa ait bir fotoğraf. Geldi bir gün zarfın içinde çocukluk fotoğrafı. Sarı kıvır kıvır saçları vardı ve gözleri renkliydi.
ÖSS mayıs ayında olacaktı. Biz de sınavdan sonra İstanbul'da buluşacaktık. ÖSS soruları çalındı. Sınav ertelendi. O gelemedi İstanbul'a. Bostancı – Moda arasını yürüdüm durdum hırsla. Sadece sorular çalınmamıştı ...
Temmuz ayına kadar görüşemedik telefon , internet ve mektuplar haricinde. Gerçi sonlara doğru bağımız kopmaya başlamıştı. Her haltı hisseden ben bunu mu hissedemeyeceğim...
Yine de yüzyüze görüşmemiz gerekmekteydi. İnsanlık adına ufacıcık ama kendi kişisel tarihimiz adına çok büyük bir aşk yaşamıştık.
Bu sefer buluşma yerimiz Ankara olmuştu. O ana kadar gerçirdiğim en zor otobüs yolculuğuydu. Uykuya daldım. Uykudan irkilerek uyandım. Bir kelime arıyordum ama aklıma o kelime gelmiyordu. Not defterimi açtım ve “burna takılan metal nokta” yazdım. Hızma. O an aklıma gelmemişti işte...
Otobüsten indim , oradaydı. Birbirimizi tanıdık. Yaklaşık 9 aydır iletişim halinde olan fakat birbirini daha önce hiç görmemiş iki kişi birbirini tanımıştı. Hızması vardı. Telaşlı bir şekilde not ettiğim şeyi okuttum. Gülüştük.
Bırakınız bu hikaye gülüşme ile bitsin.
Peki ya Barış Manço ile nasıl bir bağı var bu hikayenin ?
Bir sabah televizyonu açtığımda öğrendim Barış Manço'nun öldüğünü. Elim telefona gitti , ben onu arayacakken o beni aradı. “Barış Manço ölmüş çok üzüldüm” dedi. Ben de üzgündüm... Sonrasında
akşam Siyaset Meydan'ı özel programı vardı. Farklı şehirlerde olsak da birlikte izlemiştik. Ne cep telefonumuz vardı ne de evlerimizde internet. Ama yanyanaydık...
Barış Manço'nun ölüm yıldönümünde gözümün önüne ilk önce Siyaset Meydanı'ndaki koltuğa konulmuş ve yanları çiçeklerle bezenmiş Barış Manço resmi gelir aklıma...
Sonrasında ; önce rüyasını sonra gerçeğini gördüğüm “o” gelir aklıma.
Not: Yukarıdakiler hayal ürünü değildir. Bilerek ve istenerek “isim” paylaşılmamıştır. Unutmamak için , kişisel tarihime not düşmek için yazdım...
“Çet” dönemi ile üniversiteye hazırlık dönemi aynı zamana denk geldi benim hayatımda. Üniversiteye evde de hazırlanır , üstelik dershaneye de gidiyordum. Ders ile bağım olmadığı zamanlarda adı “İnternet Kafe” olan internet cafeye gidiyordum. Önceleri “ingilizcemi geliştireceğim” kisvesi altında bir sürü Filipinli ve Malezyalı'nın İngilizcesini geliştirmiştim. Sonra biri “Abi Türkçe sayfalara gelsene yahu” dedi . Ki onun ne demek istediğini siz çok iyi anlamışsınızdır. Ben de anladım. Saçma buldum ama bedavaya İngilizce dersi vermek sıkıcı gelmeye başladığı için “tamam , tarif et , nereler var” dedim. Tarifi dinledim ve böylece Türk Dili Ve Çetine Giriş sınıfına dahil oldum. Bu sınıfta bir farklılık vardı. Sınıf Mühendislik Fakültesi sınıfı gibiydi. Konuşulan her kişi erkek olduğunu öğrendiğinde “yav he he” diyerek kaçıyordu. Bırakın Mühendislik Fakültesini , er gazinosu muhabbeti bile dönüyordu. Tabi o dönem bu tanımlamaları yapacak bilgi elbette yoktu bende. İnternet cafeye giderek kendimi yaşadığım kentin çok uzaklarında bulduğum için çoğu zaman sıkılsam da devam ettim. Kimi kendisini deniz kenarında bir çay içerken hayal eder , ben de kablolar arasında dolaşıp istediğim yere gitmiş gibi hayal ediyordum sanırım...
Derken...
O mekanı bilenler için özel olarak anlatıyorum. Mekana girdin , sol tarafta ana bilgisayar ve kasa var. Sağlı sollu bilgisayarları takip et , merdivene ulaştın , yukarı çık. Çıktın mı ? Sağda çay ocağı kılıklı yeri göreceksin , sola dön. Duvar ile trabzan arasında kalmış bilgisayara geç otur. Oturma... Ben varım işte orada...
İşte günlerden bir gün o masada oturuyorum... Garip “nickli” biri selam verdi. Selam dediğim aslında “Naper” idi. Konuşmaya başladık. O gün oraya yazılanları görseydiniz emin olun asla konuşulanları anlamazdınız. Dünyanın başka bir noktasındaki bir uzaylı ile şifreli konuşuyordum ve bu gizli dili sadece ikimiz biliyorduk adeta. 25 dakika kadar yazışma sürdü. Bu süre boyunca ne nereli olduğumuz konuşuldu ne de başka bir şey. Dedim ya şifreli konuşma sanırdınız diye. Kısaca anlatmak gerekirse “geyiğin dibini boylamıştık”. Konuşmanın sonundaki “gitmem lazım , yarın yine görüşekim” kısmı bütün konuşmanın en ciddi anıydı. “Tamam , görüşürüz.”
Hani o midede oluşan malum kelebeklenme var ya.. O gün benim mideme de uğradılar...
Üstelik o garip isimli garip kişinin bir kız olup olmadığını bile bilmiyordum. Emindim... Ve fakat sormamıştık birbirimize. Ama ben beynim başta olmak üzere bütün organlarımdan vurulmuştum. Beynimdeki Eros'un okunu çıkartıp düşünmeye başladım. Salak olduğumu tekrar yüzüme vurdum. Daha hakkında bir şey bile bilmediğim birine nasıl vurulurdum ? Çok saçmaydı. Ergendim evet , bunun farkındaydım. Ama yok lan bu başka bir şey dedi kalbim. Kapatın konuyu dedi sigarasından bir fırt çekerken. Kalp öyle ciddiydi ki beynim “peki abi” dedi , elindeki oku ne yapacağını bilemedi , arandı-tarandı en sonunda Eros'a teslim etti.
O gece bitmedi... Çok saçma bir şekilde bitmedi. Yüzüme sokak lambasından gelen ışık vuruyordu , ben başımın üstünde kolum , yüzümde muhtemelen salakça bir gülümsemeyle uyumuyordum. Uyuyamıyordum.
Test kitaplarını aldım , dershaneye fiziken gittim. Ders bitince ne yapacağımı siz de biliyorsunuz zaten. Bilgisayar başındaydım. Pencerenin önünde bekleyen delikanlı gibi bekliyordum ben de programın penceresinin önünde. Çıktı pencereden. Bambaşka bir isim ile geldi. Ama ben onu tanıdım. Bu sefer 1 saate yakın lafladık. Lafladık diyorum çünkü yine aynı şekilde sadece ikimizin anlayacağı bir lisan vardı aramızda.
Aklıma gelseydi o zamanlar sırf sokak lambasının ışığı yüzüme daha düzgün düşsün diye uğraşabilirdim. Çünkü uyumuyordum , ancak ancak sızıyordum. Dersler ... O konuya hiç girmeyelim.
Beşinci gün...
Telefonda konuşalım mı dedim ? O dönem cep telefonu yok. Kişisel değil telefon . O yüzden büyük bir olay...
“Olur , seni arayayım” dedi. Ev telefonumuzun numarasını verdim. Tam saat söyledi. 18.45... Tam o vakitte evde olacağımı söyledim. Bunun üstüne biraz daha konuştuk. Artık gidecekti o. Elim titrerken “adın ne peki?” diye yazdım.
“Aaa , isimlerimizi bilmiyoruz biz” dedi ve ismini yazdı. Avrupa Kupası kaldırmış Türk takımının kaptanıydım o an. Gururluydum , sevinçliydim , oydum , buydum... Sevinç gösterilerime ara verip ben de kendi ismimi yazdım. “Tamam , 18.45'te görüşürüz” yazdı ve gitti.
18'de evdeydim. Hayatımın en uzun 45 dakikalık dilimi karşıma geçmiş pis pis sırıtıyordu. Ecnebi dizilerinden özenip odaya çektirdiğimiz paralel telefon ilk defa işe yarayacaktı. Koyu yeşil , çevirmeli bir telefondu. 18.45'i 2 geçe telefon çalma eğilimi gösterdi. Çalmadı bile , açtım... Gerisi uzunca bir telefon görüşmesi. “Yemeğe çağırıyorlar , gitmeliyim”e kadar geçen 20-25 dakika.
Uyamak artık zor olsa da güzeldi. Uyumak uyanmayı getiriyordu. Uyanmak günü getiriyordu. Gün ise internet cafeye gidebilmemi sağlıyordu. Hem internetten hem de telefondan konuşuyorduk. Yetmedi... Birbirimize mektup yazmaya başladık. Sayfalarca. Kalın kalın zarflar gelip gidiyordu aramızda.
Sanal ile gerçek arasında giden bir aşk yaşıyorduk.
Fiziki özelliklerimiz hakkında konuşmamak için birbirimize söz vermiştik o olayın “adını” koyduğumuz gün. Ben bir gece rüyamda onu gördüm. Sarı kıvır kıvır saçları vardı , gözleri renkliydi. Gördüğüm kişinin o olduğuna emindim çünkü gördüğüm kişinin dublajını o yapıyordu. Bir-iki gün sabredebildim , sonrasında anlattım rüyamı. Tamam dedi. Birbirimize 1 adet fotoğraf gönderelim ama çocukluğa ait bir fotoğraf. Geldi bir gün zarfın içinde çocukluk fotoğrafı. Sarı kıvır kıvır saçları vardı ve gözleri renkliydi.
ÖSS mayıs ayında olacaktı. Biz de sınavdan sonra İstanbul'da buluşacaktık. ÖSS soruları çalındı. Sınav ertelendi. O gelemedi İstanbul'a. Bostancı – Moda arasını yürüdüm durdum hırsla. Sadece sorular çalınmamıştı ...
Temmuz ayına kadar görüşemedik telefon , internet ve mektuplar haricinde. Gerçi sonlara doğru bağımız kopmaya başlamıştı. Her haltı hisseden ben bunu mu hissedemeyeceğim...
Yine de yüzyüze görüşmemiz gerekmekteydi. İnsanlık adına ufacıcık ama kendi kişisel tarihimiz adına çok büyük bir aşk yaşamıştık.
Bu sefer buluşma yerimiz Ankara olmuştu. O ana kadar gerçirdiğim en zor otobüs yolculuğuydu. Uykuya daldım. Uykudan irkilerek uyandım. Bir kelime arıyordum ama aklıma o kelime gelmiyordu. Not defterimi açtım ve “burna takılan metal nokta” yazdım. Hızma. O an aklıma gelmemişti işte...
Otobüsten indim , oradaydı. Birbirimizi tanıdık. Yaklaşık 9 aydır iletişim halinde olan fakat birbirini daha önce hiç görmemiş iki kişi birbirini tanımıştı. Hızması vardı. Telaşlı bir şekilde not ettiğim şeyi okuttum. Gülüştük.
Bırakınız bu hikaye gülüşme ile bitsin.
Peki ya Barış Manço ile nasıl bir bağı var bu hikayenin ?
Bir sabah televizyonu açtığımda öğrendim Barış Manço'nun öldüğünü. Elim telefona gitti , ben onu arayacakken o beni aradı. “Barış Manço ölmüş çok üzüldüm” dedi. Ben de üzgündüm... Sonrasında
akşam Siyaset Meydan'ı özel programı vardı. Farklı şehirlerde olsak da birlikte izlemiştik. Ne cep telefonumuz vardı ne de evlerimizde internet. Ama yanyanaydık...
Barış Manço'nun ölüm yıldönümünde gözümün önüne ilk önce Siyaset Meydanı'ndaki koltuğa konulmuş ve yanları çiçeklerle bezenmiş Barış Manço resmi gelir aklıma...
Sonrasında ; önce rüyasını sonra gerçeğini gördüğüm “o” gelir aklıma.
Not: Yukarıdakiler hayal ürünü değildir. Bilerek ve istenerek “isim” paylaşılmamıştır. Unutmamak için , kişisel tarihime not düşmek için yazdım...
O programdaki o fotoğraf |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.